Dresden’in Sahte Yeniden İnşası: Tarihi Kent Merkezlerinin Yeniden İnşası Nasıl Olmamalı
- Mimar Mine Kavasoğulları

- 1 Ağu
- 14 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 Ağu
Kateryna Kozlova, 14 Aralık 2022 | Buradaki yazının çevirisi. Devamında kendi görüşlerime de yer verdim.
Çeviri MT Severler Derneği'ne özel olarak Temmuz 2025 için Tarihi Çevrelerde Yeni Yapı Tasarımı webinarına ek kaynak olarak yapılmıştır.
II. Dünya Savaşı’ndan önce Dresden, Alman Barok mimarisinin en parlak örneklerinden biri olarak görülüyordu. Ancak 1945 yılında, yalnızca iki gün süren ortak İngiliz-Amerikan hava saldırılarıyla şehir merkezinin tamamı yerle bir oldu ve Dresden bu ünvanını kaybetti. Arka arkaya yapılan iki yeniden inşa süreci de beklentileri karşılamadı. Mimarlık tarihçisi Mark Jarzombek, Bird in Flight’a Dresden’in nasıl çabaladığını ama nihayetinde neden yeniden hayata dönemediğini anlattı.
1945 yılının Şubat ayında, Müttefik Hava Kuvvetleri Dresden’e 4.000 tondan fazla patlayıcı yağdırdı. Bu saldırılarda 20.000’den fazla sivil hayatını kaybetti ve şehir merkezinin tamamı yok oldu.
Dresden iki kez yeniden inşa edildi: ilki savaşın hemen ardından, ikincisi ise 1990’ların başında. İlk yeniden inşa sürecinde şehir tarihi yapılarının neredeyse tamamını kaybetti ve akılcı ama ruhsuz bir “örnek sosyalist metropole” dönüştü. İkinci yeniden inşa ise sosyalizmin eksik bıraktıklarını telafi etmeyi amaçladı. Ancak esas soruna, yani insanları yeniden şehre çekmeye, o da çare olamadı.
MIT profesörü ve mimarlık tarihçisi Mark Jarzombek, savaştan sonra şehrin restorasyonuna dökülen onca paraya rağmen Dresden şehir merkezinin neden hâlâ sadece bir “sahne dekoru” gibi göründüğünü anlattı.

Hem küresel mimarlık tarihi üzerine, hem de Dresden’in yıkımı ve yeniden inşası gibi daha spesifik konular hakkında kitaplar yazdınız. Neden özellikle bu şehri seçtiniz?
Açıkçası, bu konuda fon aldığım için. Büyük bir entelektüel karar değildi, bunun için üzgünüm. Saksonya Eyalet Başbakanı tesadüfen Boston’daydı ve Dresden’de kentsel tasarım üzerine çalışacak akademisyenlere ihtiyaçları olduğunu söyledi. Ben de Almanca bildiğim için o ekibe katılabileceğimi söyledim.
Dresden’de çalışmaya başladığımda şunu fark ettim: Şehrin yeniden inşasına dair yazılmış kitapların çoğu, halkla ilişkiler departmanları tarafından hazırlanmıştı ve sadece olumlu yönlere odaklanıyordu. Ben daha derin, daha dokunaklı bir bakış açısıyla Dresden’in nasıl yeniden kurulduğunu anlatmak istedim.
Yıkımın bıraktığı travmatik izleri, bir şehri yeniden inşa ederek silemezsiniz. Peki bir şehri yeniden inşa ederken, o yıkımın altında yatan travmaya nasıl saygı gösterirsiniz? Benim asıl sormaya çalıştığım temel soru buydu.
Yeniden inşa sürecine geçmeden önce, bize biraz savaş öncesi Dresden’i anlatır mısınız? Şehir nasıl bir yerdi?
1945’teki bombardımana kadar şehirde en ufak bir hasar bile yoktu. Çünkü hem Almanlar hem de Müttefikler, Dresden’in, demiryolları ve tren istasyonlarına sahip olmasına rağmen, askeri açıdan önemsiz olduğunu varsayıyordu.
Oysa Dresden tam anlamıyla bir mücevherdi; 17. ve 19. yüzyıllardan kalma saraylar ve kiliselerle dolu, Avrupa’nın en etkileyici Barok miraslarından biriydi. Almanya’nın kültürel başkentiydi; tarihi her köşesine sinmişti. Almanların “Elbe’nin Floransa’sı” dediği bir yerdi. Ülkenin entelektüelleri orada yaşardı. Herkes emindi: Dresden bombalanmayacaktı.
Peki Müttefikler neden Dresden’i bombaladı?
Görünürdeki gerekçe, demiryolu hatlarını yok ederek Sovyet ordusunun Doğu Almanya’yı işgalini kolaylaştırmaktı. Ruslar ise, Müttefiklerin Dresden’i bombalamasını “kötü kapitalistlerin işi” olarak tanımladı.
Ama gerçekte neden bombaladılar?
Hiç şüphe yok ki, asıl amaç sivilleri öldürmekti.
Ama neden demiryolu olmayan tarihi şehir merkezini bombaladılar?
Müttefik ordusu, Nazileri teslim olmaya zorlamanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyordu. İngiltere’den gelen bombardıman uçaklarına verilen talimat neredeyse şuydu: “Şehri tamamen ortadan kaldırın.”Aynı anda yüzlerce binayı tutuşturan yangın bombaları kullandılar. Bu yangınlar öylesine büyüktü ki taşları bile eritti. O kadar fazla oksijen tükettiler ki, bombayla vurulmamış olsanız bile boğularak ölüyordunuz. Şehirde nefes alacak hava kalmamıştı çünkü yangınlar tüm oksijeni yutuyordu.

Anladığım kadarıyla restorasyon ancak 1950’lerde başladı. Neden bu kadar gecikti?
Önce molozlardan kurtulmanız gerekiyordu. Günümüzde bunun için çok daha iyi ekipmanlarımız var ama o zaman öyle değildi. Erkekler fabrikalarda çalışırken, kadınlar uzun insan zincirleri oluşturup elleriyle tuğlaları taşıyıp boş alanlara götürüyorlardı. Bu moloz dağları, kentsel peyzajı kalıcı şekilde değiştirdi. Hatta bazıları bugün hâlâ Dresden’de duruyor.
Mimarlık yavaş bir süreçtir. Ampul üretmeniz gerekir, beton eleman üretmeniz gerekir; her şey zaman alır. Tüm bunları üretmek ve bir de üzerine para bulmak… Yeniden inşanın en büyük sorunu hep budur: zaman farkı.
Kitabınızda, yıkıntıların 1962’ye kadar söküldüğünü ve bu işi yapacak insan sıkıntısı yaşandığını okudum. Oysa örneğin Varşova’da halk, şehri yeniden inşa etmek için gönüllüydü. Dresden’de neden aynı istek yoktu?
Varşova biraz istisnai bir durumdu. Halk, şehri eskisi gibi yeniden inşa etmeye karar vermişti. Dresden’de ise tam tersi oldu; sosyalistler burayı bir tabula rasa, yani “boş bir sayfa” ilan etti. Planladıkları şey, uzun ve dümdüz caddeleri olan modern bir şehirdi.
Yerel halk bu sürece pek dahil edilmedi. Şehirlerinin nasıl görüneceğine dair söz hakları yoktu.
Savaş bittikten sonra insanlar nerede yaşadı?
Sosyalistler Plattenbau adı verilen konut projelerini başlattı. Bugün Doğu Avrupa’nın dört bir yanında gördüğümüz bu apartman blokları işte o dönemden kalmadır: uzun, beş-altı katlı, asansörsüz binalar. Hemen yakınlarında da insanların çalışacağı fabrikalar kuruluyordu.
Başlangıçta bu projeler oldukça iddialıydı. Planlar güzeldi. Ama kaynaklar yetersiz kaldıkça yapılar da gittikçe daha ucuz ve niteliksiz hâle geldi.


Bu büyük planla ilgili bir yarışma yapıldığını duymuştum. Kazanan kimdi ve plan neyi içeriyordu?
Yarışma 1946 yılında düzenlendi ve kazanan, Alman mimar Herbert Konert oldu. Kazanan proje, tarih ile modernite arasında bir tür uzlaşma arıyordu. Ancak bu planın hiçbir kısmı gerçekte uygulanmadı.
Yarışma daha çok kutlama yapmak ve “Bakın, bir planımız var” demek için düzenlenmiş gibiydi.
Peki şehri yeniden inşa etmek için hangi plan kullanıldı?
Uygulanan plan radikal ve oldukça basitti; Dresden Belediye Başkanı Walter Weidauer’ın önderliğinde hazırlandı.
Şehir merkezine bir Kulturpalast, yani sosyalist partinin büyük toplantılarını yapabileceği bir kültür sarayı inşa edilmesi planlandı. Ardından geniş ve düz caddeler ile konut blokları tasarlandı. Bu bloklar bazen doğrusal, bazen zikzak formlarda olabiliyordu. Bir sanayi bölgesi, birkaç okul ekleyip işi tamamladılar. Savaş sonrası karmaşık kentsel tasarım düşünecek zaman yoktu. Ne gerekiyorsa onu inşa ediyorlardı.
GDR (Doğu Almanya) döneminde eski binalara ne oldu?
Bazıları yıkıldı, bazıları ise öylece bırakıldı ama restore edilmedi. Sosyalistler, kilise ve sarayların yıkılmış olmasından memnundu ve bunları yeniden inşa etmeyi hiç düşünmediler. Yeni rejim, Dresden’in sosyalist bir projenin sembolü olduğunu göstermek istiyordu.
Sosyalistler, kiliselerin ve sarayların yıkılmış olmasından memnundu. Dresden’in, yeni sosyalist projenin bir vitrini olduğunu göstermek istiyorlardı.
Bazı binalarıysa yıkmadılar çünkü onlarla ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Örneğin şehir merkezindeki Frauenkirche’nin yıkıntıları olduğu gibi bırakıldı. Bu kalıntılar, Müttefiklerin “vahşetini” simgeleyen büyük bir siyah, yanmış taş yığınına dönüştürüldü.


Yeniden inşa için kaynak nereden geldi ve toplamda ne kadar harcandı?
Bunun ne kadara mal olduğunu söylemek zor çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla tamamlanmadı.
Fonun tam olarak nereden geldiğini bilmiyorum ama büyük ölçüde devletten sağlandı. Muhtemelen bir kısmı Moskova’dan da gelmiştir. Ancak zamanla bu kaynaklar azaldı ve az önce bahsettiğim gibi bazı projeler iptal edilmek zorunda kaldı. Daha verimli inşaat sistemleri geliştirmeye çalıştılar ama bu sistemler daha ucuz ve dolayısıyla daha dayanıksız yapılar ortaya çıkardı.
Peki sosyalistler bu yeniden inşa süreciyle ne başardı?
Eğer bir sosyalistseniz, yapılan işi çok başarılı bulabilirsiniz. Çünkü amaç, örnek bir sosyalist şehir yaratmaktı ve gerçekten yaşanabilir bir yer ortaya çıkardılar; bu kesin.
Ancak dış mekânlar konusunda oldukça zayıflardı. O dönem inşa edilen tüm açık alanlar aslında boş sokaklardan ibaretti: ne park vardı, ne okul bahçesi, ne oyun alanı, ne kafe, ne de fırın. İnsanların dışarıda yapacak hiçbir şeyi yoktu. İş çıkışı herkes doğruca evine gidiyordu. Şehrin canlı bir organizma gibi işlemesi için gereken sokak hayatına neredeyse hiç önem verilmemişti.
Almanya'nın birleşmesinden sonra olan ilk şeylerden biri bir McDonald’s açılmasıydı ve bir anda herkes dışarı çıkmaya başladı.
Aslında başarısızlık, konutların yanlış yapılması ya da Halk Sarayı’nın kötü olması değildi. Sorun, şehirde neşeli, canlı bir kentsel yaşam hissinin hiç oluşmamasıydı. Dresden’de bu duyguyu yaşatan hiçbir şey yoktu.


Dresden iki kez yeniden inşa edildi: ilki savaşın hemen ardından, ikincisi ise 1990’larda ve 2000’lerin başında. Peki ikinci yeniden inşanın amacı neydi?
GDR (Doğu Almanya) sona erdiğinde, yetkililer sosyalist mirası ortadan kaldırmaya karar verdi. Ve bu başlı başına bir sorundu. Şehirdeki çok sayıdaki sosyalist anıtla ne yapılacağı bile bilinmiyordu. Hatta sokak isimlerini değiştirmek bile zordu çünkü yaşlı nesil hâlâ eski adları kullanıyordu.
İkinci yeniden inşanın bir diğer hedefi ise şehir merkezini, yani tarihi merkezi, yeniden inşa etmekti. Bomba öncesindeki hali temel alınarak sıfırdan yapıldı. Yıkılmış olan Frauenkirche de bu kapsamda yeniden ayağa kaldırıldı.
Almanya’nın birleşmesinden sonra GDR dönemine ait konut mahallelerine ne oldu?
Bu konutlar düşük kaliteli olsalar da, insanlar orada kendilerini rahat hissediyordu ve taşınmak istemiyorlardı. Bazı binalar, kullanım ömürlerini çoktan doldurdukları için yıkıldı. Diğerleri ise korundu ama dış cephelerine yeni kaplamalar eklendi, genellikle balkon katı ilave edildi ve hacimleri genişletildi; çünkü daireler oldukça küçüktü.
Sosyalist geçmişi silmeye yönelik çabalar epey yoğundu. Bugün fiziksel olarak buna dair izler bulmak oldukça zor.
Eğer bugün Dresden’de araba kullanıp şehri 1970’lerle karşılaştıracak olsanız, tanıyamazsınız. Anıtlar yok, sokak isimleri değişmiş, şehir merkezi tamamen Barok.
Barok şehir merkezini yeniden inşa etme kararı kimden geldi?
Bu karar, dönemin Saksonya Başbakanı Kurt Biedenkopf tarafından siyasi bir kararla alındı. Ona göre, şehir merkezinin yeniden inşası yeni insanların Dresden’e taşınmasını sağlayacaktı. Yetkililer bu projeye milyarlarca dolar akıttı.

Dresden’in restorasyon projesi üzerine çalışmaya başladığınızda sadece PR (halkla ilişkiler) materyallerinin mevcut olduğunu ve yazılanlara katılmadığınızı söylemiştiniz. Tam olarak hangi noktalara karşı çıkıyorsunuz?
Almanya birleştiğinde Dresden neredeyse tamamen nüfussuz kalmıştı. Yetkililer, özellikle Batı Almanları şehre çekmeye çalıştı çünkü onların daire satın alacak, teknik altyapıya yatırım yapacak paraları vardı. PR metinleri şehri harika ve yaşanabilir bir yer gibi gösteriyordu. “Batı Almanya’dan çok daha ucuz ama çok kaliteli daireler” diye reklam yapıldı. Ayrıca şehirde yeni kurulan otomotiv fabrikalarında ya da diğer sanayi kuruluşlarında çalışma fırsatları da sunuluyordu.
Bu süreçte karşılaşılan sorunlardan biri de şehrin Yahudi topluluğuydu.
Neden?
Savaş öncesi Dresden’de oldukça canlı bir Yahudi cemaati vardı. Şehirde bir sinagog da bulunuyordu ama Naziler Kristallnacht sırasında onu yıktı. Daha sonra yeniden inşa edildi ama orijinali gibi değil. Bugün Dresden’e gittiğinizde her şey Barok tarzındadır, ancak bir anda karşınıza kübik, modern görünümlü garip bir yapı çıkar; işte o, yeni sinagogdur.
Bu binayla ilgili asıl sorun, Dresden’in 1990’larda (ve hâlâ) aşırı sağ görüşleriyle tanınması. Şehir, Almanya’daki Neo-Nazizm’in merkezlerinden biri hâline geldi. Bu yüzden sinagog bugün 24 saat askerler tarafından korunuyor. Ellerinde ağır silahlar taşıyan askerler sürekli nöbet tutuyor. Bu gerçekten trajik. Şehrin her yerine özgürce gidebilirsiniz ama sadece sinagog çevresinde asker görürsünüz çünkü onu Dresdenlilerden koruyorlar.
İşte yeniden inşa sürecindeki trajik ironi de burada başlıyor. Bir binayı tekrar inşa edebilirsiniz ama bu, travmaları ortadan kaldırmaz. Travmalar, nesiller boyunca sosyo-psikolojik düzeyde dolaşmaya devam eder; ta ki daha büyük bir yüzleşme ve toplumsal uzlaşma gerçekleşene dek.

Frauenkirche’in yeniden inşasında böyle bir toplumsal yüzleşme sağlandı mı?
Bunu yapmaya çalıştılar.
Frauenkirche’in yeniden inşasında yapılan şey şu: eski, yanmış taşları toplayıp yeni binada kullandılar. Ortaya çıkan yapı, dış cephesindeki yanmış taşlar hariç, neredeyse orijinaliyle birebir aynı görünüyor. O yanık taşların, yıkılan kilisenin hatırasını yaşatması amaçlanmıştı.
Ama bana göre buradaki problem şu: Taşların binanın hangi bölümünden geldiği bilinmiyor. O taşlar orijinal yapının herhangi bir yerinden olabilir. Bu yüzden cephedeki taşların dağılımı için bir bilgisayar programı kullanıldı ve taşlar rastgele yerleştirildi. Sonuçta ortaya çıkan görüntüde, her yerde siyah taşlar var. Bu da yapıya, yanmaktan çok kurşunlanmış bir harabe havası veriyor; sanki burada bir kurşun izi, orada bir başka delik varmış gibi.
Yaraları gösteren bir yapı fikrini seviyorum. Ama bu durumda “yaralar” yapay olarak tasarlanmış. Gerçek yara gibi değil; daha çok dövme gibi duruyor. Ve bu benim için sorunlu bir durum.
“Dresden’in yeniden inşasının tamamen sahte olduğu” yönünde görüşler duydum. Bu konuda ne düşünüyorsun?
‘Sahte’ kelimesi biraz sert çünkü burada sahtelikle gerçeklik birbirine geçmiş durumda ve ayırt etmek zor.
Ama... Evet, bir anlamda sahte çünkü ortada saraylar var ama aristokratlar yok.
Belki de 10 yıl sonra sahte olmayacak çünkü insanlar orada yaşayacak, ofisler olacak, kafeler açılacak. Bir süre sonra her şey ‘şehir’ olur zaten.
Peki Dresden’in yeniden inşası tam olarak ne zaman tamamlandı?
Bana sorarsanız bu tarih 2004’tü. O yıl, Frauenkirche’in yeniden yapılan kubbesine haç taşıyan altın küre yerleştirildi. Bu an, şehirdeki yıkımda hayatını kaybeden binlerce kişiyi onurlandırma çabasıydı.
Almanlar, sivil kayıplarıyla yüzleşmekte her zaman zorlanmıştır. 6 milyon Holokost kurbanı varken, “biz de yüz binlerce sivil kaybettik” demek kolay değil. Dresden’in yeniden inşasındaki başarılardan biri de, hem fiziksel olarak yeniden inşa edebilmek hem de Müttefikler tarafından şehre yapılan yıkımı yeniden düşünmeye alan açmak oldu.


Sizce hangi yeniden inşa daha etkiliydi: ilki mi, ikincisi mi?
Bu biraz da kişinin politik duruşuna bağlı.
Ben kesinlikle kapitalist neoliberalizmin hayranı değilim. “Şehri yeniden inşa etmek için büyük paralar dökelim ve bunu bir başarı hikâyesine çevirelim” yaklaşımı; hele ki ortaya çıkan yapılar modern kültüre hiç uymuyorsa, bana çok itici geliyor.
Ama şunu da kabul etmek gerekir ki, Dresden nihayetinde canlı bir şehir hâline geldi: Kültürel mirası var, sokak hayatı var, gece hayatı, parkları, restoranları, müzeleri ve sergileri var. Modern yeniden inşa süreci, her ne kadar sosyalist geçmişi silmeye yönelik olsa da, ülkenin bölünmüş kimliğini birleştirme konusunda işe yaradı.
Kulturpalast’ın arka planında Dresden Kalesi’nin yıkıntıları, 1976 ve restorasyon sonrası şehir merkeziyle birlikte görünüm. Fotoğraflar: Brück & Sohn / Wikimedia Commons, Heinz-Josef Lücking / Wikimedia Commons
Peki Dresden’in yeniden inşa sonrası yaşadığı dezavantajlar neler?
Dresden’in yaşadığı sorunlar, neoliberal şehirlerde sıkça görülen türden: enflasyon, aşırı yükselen konut fiyatları, vs. Burada “neoliberal” derken şunu kastediyorum: emek ile yaşam alanı arasında kopukluk var. Örneğin temizlikçi kadınlar muhtemelen Dresden’de yaşamıyor. Her gün otobüsle gelip gitmek zorundalar ve bu da bir buçuk saat sürüyor.
Ekonomik olmayan asıl sorun ise işlenmemiş travma. Eğer bu travma üzerinde durulmazsa zamanla öfkeye ve yılgınlığa dönüşüyor. Bu duygular da yerel topluluklar arasındaki gerilimleri derinleştirebiliyor.
Peki bununla nasıl baş edilir?
Komşular, arkadaşlar, aile ya da tüm şehir bir araya gelip bu travmayla birlikte yüzleşmeli. Travmanızı, onu tanıyan ve anlayan insanlarla paylaştığınızda, zamanla hayatınızı zehirlemeyi bırakır. Dresden neden Neo-Nazi hareketinin merkezlerinden biri hâline geldi?
Çünkü Yahudi topluluğunun yaşadığı travma görmezden gelindi. Kimse onlara “geri gelin” demedi (ve bu sadece bir örnek).
Bir felaketten sonra yeniden inşa, sadece para bulmak ve bir plan çizmek demek değildir. Asıl mesele, travmayla yüzleşebilmektir.
Peki Dresden’in yeniden inşası, bu travmayla yüzleşmeyi mi amaçlıyordu yoksa sadece “yeniden yap ve unut” yaklaşımı mıydı?
Bu, tamamen “yeniden yap ve unut” anlayışıydı çünkü restorasyon yukarıdan aşağıya, halktan kopuk şekilde yürütüldü.
Savaş sonrası ülkesini yeniden inşa edecek Ukraynalılar için ne tavsiye edersiniz?
Ukrayna'da, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana görülmemiş büyüklükte bir yıkım yaşanıyor. Bu kadar büyük bir travmayla nasıl başa çıkılacağına dair elimizde bir literatür bile yok. Savaş başlı başına bir travmadır. Ukraynalıların, bu travmayla nasıl yüzleşeceklerini kendilerinin bulması gerekecek.
Benim çok mütevazı bir tavsiyem şu olurdu: Toplulukların bir araya gelip yaşadıkları sorunları konuşabildiği süreçler yaratmaya odaklanın. Çoğu zaman travmayla yüzleşme süreci etkisiz kalıyor çünkü ulus-devlet gelip “bu savaşı böyle hatırlayacaksınız” ya da “işte kahramanlarımız bunlardır” diyor.
Oysa mesele şu: Yerel topluluklarda yaşanmış korkunç olaylarla nasıl barışılabilir ve bu olaylarla nasıl saygılı şekilde yüzleşilebilir? Ukraynalıların yanıtlaması gereken esas soru bu. Ve bu, yıllar sürecek bir süreç.
Bundan sonrasında çeviri bitiyor. Ben (Ben! Yaşar Usta! 😂) bir şeyler ekleyeceğim.
Dresden'de ne kadar "eski" gerçekten ayakta? Neden hala uzmanlar Dresden'i tartışıyor?
Frauenkirche’nin resmi verilerine göre yeniden inşada 8425 "yangın karası" yani bombalama sonrası kararmış taş yeniden kullanıldı, bu da toplam duvar işçiliğinin yaklaşık %45’ine karşılık geliyor.

Kubbesinin tepesine yerleştirilen yeni altın haç, Londra’da, Dresden bombardımanına katılmış bir pilotun oğlu tarafından yapıldı ve İngiliz bağışçılar tarafından finanse edildi. Bu da kiliseyi yalnızca yerel bir sembol olmaktan çıkarıp uluslararası bir uzlaşma anıtına dönüştürdü.
Projeler vatandaşların arzusuyla da hayata geçti.
Mark Jarzombek Dresden'in yeniden inşasını halktan kopuk olarak açıklasa da verilere göre hem kilise hem de meydan halkın desteğini aldı. Önce 1989 yılında kilise yeniden inşası için bir halk insiyatifi kuruldu. Sonra 2003 yılında yaklaşık 68.000 kişi (Dresden seçmenlerinin %15’i), Neumarkt Meydanı’nın barok tarzda "yeniden inşa edilmesi" için imza verdi. Bu, projenin yalnızca yöneticilerin değil, halkın da güçlü duygularla desteklediği bir girişim olduğunu gösteriyor. Ama Mark Jarzombek'in söylediği şey yine de önemli. Halk desteği almak için oluşturulan girişimler devlet destekliydi ve anlatılarında bir altmetin vardı: "Milliyetçi bir yeniden yükseliş hikayesi" yazılacaktı. Sinagog'un askerler tarafından korunuyor olması ve Dresden için 2019 yılında "Nazizm Alarmları"nın verilmesi bir tesadüf mü? Sanmıyorum.
Ben de Mark Jarzombek gibi bir benzetme yapayım: Bu tür "halk destekli" gibi görünse de içten içe devlet destekli rekonstrüksiyonlar, sağlıklı deriye değil de açık yaraların üstüne dövme yapmak gibi mi acaba? Öyle veya böyle, veriler rekonstrüksiyonların halkın da belli noktalarda desteğini aldığını gösteriyor.
Rekonstrüksiyonu yani yeniden inşayı destekleyenler ne diyor?
Destekçiler, kilise ve çevresinin savaşın yaralarını sardığını, 18. yüzyıl zanaatkârlığını yeniden canlandırdığını ve Dresden’in turizm ekonomisini güçlendirdiğini savunuyor.
Peki ya eleştirenler?
MIT'te mimarlık tarihi profesörü Marj Jarzombek'in röportajını okudunuz zaten: Taklit yapılar için "aristokratların yaşamadığı saraylar" ve Kilise rekonstrüksiyonu içinse "gerçek olmayan, dövme gibi yaralar" yorumunu yapıyor. Ama toplumun parçası haline gelirse kabul edilebilirliği konusunda da açık kapı bırakıyor.
Antropoloji profesörü Jason James'in Travmayı Geri Almak: Dresden'deki Meryem Ana Kilisesi'nin Yeniden İnşası makalesinde kilisenin rekonstrüksiyonu için yaptığı eleştiri özet olarak şöyle: Dresden’deki Frauenkirche’in yeniden inşası, geçmişle yüzleşmek yerine onu geri alma fantezisine dayanan bir sembolik eylemdir. Kilisenin neredeyse birebir yeniden yapılması, Almanya’ya savaşın ve bölünmenin yarattığı kayıpları telafi etme ve kendini mağdur bir kültürel kimlikle yeniden tanımlama imkânı sunuyor. Bu yaklaşım, yas tutma sürecini atlayarak travmayı gerçekten işlemek yerine, geçmişi estetik bir biçimde “düzeltme” çabasına dönüşüyor. Sonuç olarak yapı, hatırlamayı değil, unutturmayı; sorgulamayı değil, teselli etmeyi amaçlayan bir ulusal kimlik anlatısına hizmet ediyor.
Mimarlık tarihçisi John V. Maciuika makalesinde Almanya’da birleşme sonrası yapılan mimari rekonstrüksiyonların (özellikle Dresden’deki Frauenkirche ve Berlin’deki Stadtschloss) nasıl ulusal kimliği şekillendirmek, tarihi yeniden yazmak ve turizmi canlandırmak amacıyla kullanıldığını eleştiriyor. Maciuika, bu tür rekonstrüksiyonların şehirleri giderek “tarihi sahne dekorlarına” dönüştürdüğünü ve kültürel birliği vurgularken, eleştirel düşünce ve gerçek hafızayı zayıflattığını savunuyor.
Bu konuda sayısız uzman makalesi bulmak mümkün. Bunlar en bilinenlerden bazıları. Pek çok uzman, kilisenin yukarıdaki bir fotoğrafta da göreceğiniz kalıntı halinin korunmasının çok daha etkileyici bir tarih tanıklığı yapacağını vurguluyor.
Tartışmalar halk arasında sonraki yıllarda da devam etti:
2010'da Dresden’in Neumarkt bölgesindeki tartışmalı yeniden inşa süreci sırasında başlatılan bir halk katılım projesi olan Dresdner Debatte kuruldu. Tartışmanın görünen yüzü tarihi tarzda yapılan kopya binalardı, ancak esas mesele, bir şehrin kimliğini ve hafızasını mimariyle nasıl temsil edeceğiydi. Proje, halkın “geçmişi yeniden inşa etmek/taklit etmek” fikrinin gerçek bir koruma mı yoksa nostaljik bir yanılsama mı olduğunu tartışmasına olanak sağladı. Amaç, geçmişin nasıl hatırlanacağına sadece uzmanların değil, halkın da karar verebilmesini sağlamaktı.
Webinarımızdan daha geniş bir perspektif
Webinar’da, halkın yıkılmasını istediği ama aslında evrensel miras kriterlerine göre korunması gereken modern mimarlık örnekleri olabileceğini konuştuk.
Şu soruyu sorduk: “Her şey demokratik bir şekilde halka sorulmalı mı? Halk ne kadar işin içine dahil edilmeli?”
Bu mesele çift yönlü işliyor. Korunması gereken bir yapı, halk baskısıyla yıkılabiliyorsa, normalde rekonstrüksiyonu tartışmalı olan bir yapı da halkın isteğiyle yeniden ayağa kaldırılabilir. Bu gerçeği aklımızda tutmalıyız. Duygular, anılar ve kolektif hafıza elbette değerlidir, ancak bu veriler rekonstrüksiyon için yeterli mi? Yoksa bizi aşırı romantize edilmiş, steril ve yüzeysel bir tarih anlatısına mı sürüklüyorlar?
Bunları her seferinde yeniden düşünmeliyiz.

UNESCO örneği de bu gerilimi açıkça ortaya koyuyor.
2009 yılında, UNESCO, Dresden Elbe Vadisi’ni Dünya Mirası Listesi’nden çıkardı. Gerekçe, halkın da desteğiyle inşa edilen Waldschlösschen Köprüsü’nün, kültürel peyzajın bütünlüğünü bozmasıydı. UNESCO bu köprünün araba taşımaktan öte herhangi bir derde deva olmadığına, zararının yararından çok daha büyük olduğuna, bir "landmark", bir kültürel değer olmadığına karar verdi ve bölgeyi listeden bu köprü yüzünden çıkardı. Ama köprü halkın desteğini almıştı. Yapılan anketlerde çoğunluk köprüyü istiyordu. Ancak UNESCO’ya göre bu yapı, Dresden’in dünya mirası statüsüne zarar veriyordu. (Çünkü yine dün webinarda Türkiye'den bazı çağdaş yapı örnekleri üzerinde konuştuğumuz gibi "Bu yapı topluma bir katkı sağlıyor mu?" sorusuna cevabımızın "EVET!" olması arzuladığımız bir şey. Hele ki Dünya Mirası Listesi'ndeki bir bölgeye çağdaş bir yapı yapacaksanız bu cevabın dizleri üzerine çökmüş, evlilik teklifi yapan birine "EVET! EVET! EVET! SONSUZA DEK EVET!" cevabı veren bir sevgili gibi düşünmelisiniz :)

Yani Dresden'deki köprüde, yerel demokratik irade ile evrensel koruma kriterleri doğrudan çelişti. Bu olay, şu temel soruyu gündeme getiriyor: Bir toplumun kolektif arzusu, evrensel değerlere karşı geldiğinde hangisi esas alınmalı? Tarihi koruma yalnızca yerel bağlamda mı değerlendirilir, yoksa daha geniş, evrensel ilkelerle mi?
Bir halka bir savaş hiç yaşanmamış gibi bir his vermek için taklit yapılar ve yıkıntıların yeniden ayağa kaldırılması gerçekten "en doğru" yaklaşım mı? "En doğru" diye bir şey var mı? 100 yıl önce bize doğru gelenler bugün de doğru geliyor mu? 100 yıl sonra bugün doğru bildiklerimize doğru diyebilecek miyiz?
Bu soruların tek cevabı yok, gördüğünüz gibi. Güzel olan da bunları tartışmak :)
Webinar tartışmamıza dair ek içgörüler
Ama bana göre dün de pek çoğumuzun benzer şeyleri düşündüğü gibi, restorasyonun rekonstrüksiyon ve taklit gibi tekniklerinde amacımız "iyi niyetli bir veri aktarımı ve koruma arzusu" olsa da yapıların, teknolojilerin, sistemlerin ömürleri vardır. Bu ömür dolabilir. Bu ömrün dolması ve onların ortadan kaybolması da tarihseldir. Bir köyde uzun yıllar kullanılan bir yapım sisteminin artık kullanılmaması, belki de artık güncel ihtiyaçlara cevap veremediğindendir. Bu durumda mevcut örneklerini koruyarak, bakımını ve tamirini yaparak geleceğe aktarmak elbette görevimizdir ancak onun devamlılığı için bir şeyleri yeniden inşa döngüsüne sokmak? Bunun mimarlar olarak görevimiz olduğunu sanmıyorum. Özellikle "restorasyon uzmanları"nın köylere gidip bölgede yaşayanlara eskiden onlara ait olan bir tekniği "öğretme" çabası, biraz da küstahlık gibi. Yerel halkla alakası olmayan "uzmanların" o tekniği yaşatmaya çabalamak için bölgenin ölmüş tekniklerinin yaşatılması için replika üretimler yapması ise bir çeşit "cultural appropriation" yani kültürel sahiplenme örneği adeta. 2023'te Kopenhag'da gerçekleşen Dünya Mimarlık Kongresi'nde Batılı refah ülkelerden uzmanların nasıl da Afrika ülkelerine gidip onlara yerel teknikleriyle sürdürülebilir inşa yapabileceklerini öğretmeye çalıştıklarını gördüm. Global Kuzey ve Global Güney'in ötesinde "eğitimli" bizlerin "köydeki dedelere" öğretecek şeylerimiz olduğu iddiasının doğruluğunu sonsuza kadar tartışmaya açabiliriz ve bu tartışmanın bir kazananı olamaz.
Yine "bana göre" gerçek kültürel değerler kendini devam ettirmenin yollarını bulur. Bunları ittirerek, kaktırarak devam etmeye zorlamak beyin ölümü gerçekleşmiş bir insanı makineye bağlı hayatta tutma çabası gibi geliyor. Dünyada bugün koruma altına aldığımız değerler dahil pek çok şey ihtiyaçtan ve dönem gerekliliklerinden doğmuştur. Benzer şekilde ihtiyaç kalmayan şey de yok olmaya mahkumdur. Doğum, yaşam ve ölüm sadece insanların değil mimarlığın da kaderidir.
PS. Temmuz ayı e-bülteninde size gönderdiğim "çürümek için tasarlanan yapılar" makalesini hatırlayın. Bu kalıcılık aşkı, bu kazık çakma aşkı nereden geliyor? Belki koruma ve restorasyon teknikleri kadar bunları da tartışmaya açabiliriz. :) Tarihi Çevrelerde Yeni Yapı Tasarımları webinarına katılan herkese teşekkür ederim. Sevgiler ve öpücükler, Mimarınızın Tersi





Bu yazi 6 subat depreminden sonra sehirlerimizi yeniden nasil insa etmemeiz uzerine dusundurdu. Herkesin travma ile yuzlesme fikrini guzel buldum.
Yorumlarınız ufuk açıcı. Üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken o kadar çok nokta var ki. Zaman ayırıp bizlerle paylaştığınız için çook teşekkür ederim. Keyifle okudum :)